Cumartesi, Aralık 25, 2004

Deniz Müzesi


Bir hafta sonu ziyaret ettiğimiz Deniz Müzesi’ni tanıtacağım bu ay size. Deniz Müzesi Beşiktaş sahilinde, her türlü taşıtla çok kolay ulaşılabilecek bir yerde. Müze, iki vapur iskelesinin arasında, Barbaros Hayrettin Paşa heykelinin tam yanında. Açık olduğu günler, Yılbaşı ve dini bayramların ilk günü ile, Pazartesi- Salı günleri dışında her gün 09.00 - 12.30 ile 13.30 - 17.00 arası.

Ana Sergi Binası ve Tarihi Kayıklar Galerisi dışında dışarıdan da görülen açık alanlarda toplar, torpidolar ve gemi demirleri dikkati çekiyor. Son zamanlarda sadece bahçede duran topların, bahçe dışına, deniz kenarına çıkarıldıklarını da gördüm ve sevindim. Bahçede bulunan, 1516 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından Ridaniye savaşında kullanılmış bir topu resmini sizin için seçtim.

Ana Sergi Binası’na girişi Atatürk’e ayrılmış. Savarona yatında kalırken kullandığı yatağı ve Ertuğrul yatında kaldığı kamaranın orijinali burada sergileniyor. Ailecek en duygulandığımız bölüm de burası oldu. Buradan çıkıp Şehitler Odası’na girdik. 13. yüzyıldan itibaren şehit düşen bahriyelilerin künyeleri burada yazılı. Duvarlarda da batan gemilerimizin resimleri ve geriye kalan malzemeler sergileniyor. Vatan uğruna ölmüş denizcilerimizin resimlerini gördükçe, ailelerine yazdıkları mektupları okudukça kimin yüreği sızlamaz ki…

Bu binada yer alan başka bir odada Balkan Savaşlarında, Çanakkale Boğazı, Karadeniz ve Akdeniz’de harekatlar gerçekleştiren ünlü Türk Denizcisi Rauf Orbay’a ait eşyalar ve komuta ettiği Hamidiye gemisinin maketi sergilenmektedir. Haritalar Odası’nda ise Gelibolulu Amiral Piri Reis'in 16. yüzyılda yazmış olduğu Kitab-ı Bahriye isimli el yazması ve Mürsiyeli Tabip İbrahim tarafından 1461 yılında ceylan derisi üzerine yapılan Akdeniz haritası görülebilir.

Tarihi Kayıklar Galerisi’nde ise padişahların saltanat kayıkları ile saray çalışanlarının kullandıkları piyade, pereme, gezinti, pazar kayıkları vs. bulunuyor. Saltanat kayıkları İstanbul/Tersane-i Amire’de inşa edilmiş. Tekneler bindirme ya da armuz kaplama. Koleksiyonun çoğunluğunu 19. yüzyıla tarihlenen, sultana ve haremine ait köşklü ve köşksüz saltanat kayıkları oluşturuyor. Baş ve kıç figürlerinde kullanılan bitkisel bezemeler o kayığın hareme, silah, arma ve kalkanlar ise padişaha ait olduğunun göstergesiymiş.

Saltanat kayıklarının dışında, 17. yüzyıla kadar tarihlenebilen Kadırga, koleksiyonun en eski ve en büyük parçası. 40 m uzunluğunda, 5.70 m genişliğinde Sultan IV. Mehmet (1648-1687) zamanında kullanılmış. 144 kürekçi tarafından çekilen bu kadırga kestane, gürgen, çınar ağaçlarından yapılmış.Fırsatını bulduğunuzda Deniz Müzesi’ni gezmenizi öneririm.

Pazartesi, Kasım 01, 2004

Rahmi Koç Müzesi


Merhaba…Bu ay sizi Hasköy’deki Rahmi M. Koç Müzesi’ne götüreceğim. Müzeye ulaşmak gayet kolay. Bunun için 47 (Eminönü – Alibeyköy), 54 HM (Hasköy – Mecidiyeköy) ya da 54 HT (Hasköy – Taksim) otobüslerini kullanabilirsiniz. Eğer minibüsle gitmek istiyorsanız, o zaman da Şişhane - Alibeyköy minibüslerini kullanacaksınız. Yok eğer özel arabamla gideceğim derseniz tıklayın. Giriş ücretleri yetişkinler için 6,000,000 TL, öğrenciler için 2,000,000 TL. Denizatlıyı da gezmeden gitmeyin derim: yetişkinler 3,000,000 TL ve öğrenciler 2,000,000 TL.

Rahmi Koç Müzesi Türkiye’deki ilk ve tek endüstri ve mühendislikle ilgili müze. İki kısımdan oluşan müzenin binaları da tarihi Hasköy Tersanesi (1861) ve Lengerhane (1703-1730). (Lenger “çapa ve zincir” anlamına gelmekte olup hane ise “ev” anlamına gelmektedir.)
Gezmeye bolca zaman ayırmanızı tavsiye ederim. Girişte elinize tutuşturulan broşür yardımıyla neyi nerede bulacağınızı bilebiliyorsunuz. Su altı dünyasını görebileceğiniz bir bölümden geçerek geziye başlıyor ve ev aletlerinin nasıl çalıştıklarını inceleyebileceğiniz “Ne Nasıl Çalışır” bölümüne geliyorsunuz. Çamaşırın ve bulaşığın nasıl yıkandığını merak edenler için çok güzel şeffaflaştırılmış gerçek makineler var burada. Yine arabaların da nasıl çalıştığını izleyebiliyorsunuz.

Buradan karayolu taşıtlarının bulunduğu bölüme geçi-yorsunuz. Eski model arabalara merak duyanlar için inanılmaz bir cennet diyebilirim. Arabalara pek ilgim olmamasına rağmen ben bile etkilendim. İsteyenler sergilenen arabaların tam listesini görebilirler. Hem karada hem de denizde gidebilen 1957 model Amphicar ayrı bir öneme sahip. Tramvayları ve eski tren vagonlarını görmek de büyük zevk veriyor insana. Motosikletler ve bisikletler de keza öyle…
Eski büyük gemilerin buhar makineleri hem bina içinde hem de avluda sergileniyor. Düğmelerine basarak çalışmalarını izleyebilmek ise harika bir duygu. Ben makinelerin çalışmasını uzun uzun hayranlıkla izlerken, eşimin ve kızımın biraz sıkılmış olduklarını gözlemlemiştim. Eee, ne de olsa serde mühendislik var. :-)

Buraya kadar gelip de denizaltını görmemek olmaz dedik ve tabi ekstra bilet alıp, onu da gezdik. Gezdiren eski bir denizaltı astsubayıydı sanırım. Askerlerin yattıkları ranzaların altında torpidoları görünce bu mekanda kelle koltukta görev yapanlar gözlerimizin önüne geldi. Günümüzdeki denizaltılarda da yer probleminin hâlâ devam ettiğini sanıyorum. Bir de denizaltıcıların boylu poslu insanlar olmaması gerektiğini anladım. :-)

Avlu’da sergilenen gemileri gezdikten sonra tersanedeki son taşıt olan 1940’lardan kalma D3- Dakota’ya çıktık. Bizi karşılayan hostes uçak hakkında bilgi verdi.

Son olarak Lengerhane binasını ziyaret edelim ve orada bulunan iletişim cihazları ile modelleri görelim dedik. Burası cidden çok eski bir bina ve kimi yerler küf kokuyor, fakat gördüğümüz modeller harikaydı. Pek çok makinenin ve taşıtın birebir küçük kopyalarını burada inceleme fırsatını bulduk.Rahmi Koç Müzesi, arkadaşlarınızla ya da ailenizle gezmek ve bilgi edinmek için bulunmaz bir fırsat. Bir an önce zaman ayırıp gezmenizi tavsiye ederim ve bu gezinin size bir şeyler katacağından eminim.

Pazar, Ekim 17, 2004

Beylerbeyi Sarayı


Bir Pazar sabahı bu hafta sonu nereye gidelim diye düşürken, 1. Boğaz Köprüsü’nden geçerken sürekli gördüğümüz, ama bir türlü ziyaret edemediğimiz Beylerbeyi Sarayı aklıma geldi. Eşime ve kızıma “Hadi kalkın, bugün Beylerbeyi Sarayı’na sefer eyleyelim” dedim ve hazırlanmaya başladık.

Beylerbeyi Sarayı’na toplu taşıma araçları ile gitmek isterseniz tutacağınız en kestirme yol, 1. Boğaz Köprüsü’nden geçen bir otobüs ya da dolmuşa binmek ve köprünün Anadolu Yakası ayağındaki Astsubay Durağı’nda inmek. Eğer Anadolu tarafından geliyorsanız, duraktan aşağıya inen yolu tutmanız ve Beylerbeyi/Çengelköy istikametinde sahile doğru inmeniz yeterli. Sahile vardığınızda zaten ilk karşılaştığınız yapı Beylerbeyi Sarayı. Eğer Avrupa yakasından geliyorsanız, bu anlattığım tarife ek olarak E-5’in öbür tarafına geçmek için bir alt geçit kullanacaksınız, o kadar. (Yol tarifi için Kroki üzerine tıklayabilirsiniz.)

Saraya giriş ücreti tam 3,000,000, öğrenci 750,000 TL ve Pazartesi ve Perşembe günleri dışında her gün (tabi biz çalışanlar için yalnızca Pazar günleri) 9:30-16:00 arası gezilebilir. Baharda ve yazın (Mart başından Eylül sonuna kadar) ise 9:30-17:00 arası açık.
Saraya bahçesinden giriyorsunuz ve bahçesi de en az kendisi kadar göz alıcı. Büyük Konstantinus`un diktirdiği bir haçtan dolayı önceleri İstavroz Bahçeleri adıyla anılan Beylerbeyi Bahçeleri`nin güzelliği, bu bölgede Bizanslılar döneminden itibaren görkemli binaların yapılmasına neden olmuş. Yamaçlara doğru setler biçiminde yükselen ve “Set Bahçeleri” adı verilen bu bahçelerde dikkati çeken ilk şey içinde nilüferlerin olduğu çok büyük bir havuz ve bu havuzun çevresindeki köşkler. Bunlar; Sarı Köşk, saltanat atlarının barındığı ahır köşk ve eski saraydan kalan selsebilli (fıskiyeli havuzu olan) Mermer Köşk. Her yerde göremeyeceğiniz uzak doğuya özgü metrelerce uzayan bambuları da bu set bahçelerinde görebilirsiniz. Bunlara ek olarak sahilde iki küçük seyir köşkü de bulunmakta.

Saray’ın tarihçesine de bir bakalım. Burada çeşitli dönemlerin yapılarından sonra II. Mahmut döneminde ahşap bir saray yapılmış, fakat bunun yanmasıyla Sultan Abdülaziz, 1861-1865 yılları arasında bugünkü sarayı yaptırmış. Mimarı Serkis Balyan ve yapımında beş bin işçi çalıştığı biliniyor. Yazlık saray olması nedeniyle sürekli oturulmayan Beylerbeyi Sarayı genellikle yaz aylarında, özellikle de yabancı devlet başkanlarının ağırlanmasında kullanılmış. Sırp Prensi, Karadağ Kralı, İran Şahı, Fransız İmparatoriçesi Eugenie bunlardan bazıları. İstibdat devrinin mimarı Sultan II. Abdülhamit de ömrünün son altı yılını bu sarayda geçirmiş ve burada 1918 yılında ölmüş.

Üç yönden basamaklarla çıkılan sarayda, 6 salon ve 24 oda bulunmakta. Özellikle üst kattaki Havuzlu Salon ve ismini sütunlarının renginden alan Mavi Salon, sarayın en görkemli mekanları. Rutubete ve sıcağa karşı sarayın taban döşemeleri, orijinalleri Mısır'dan getirtilen hasırlarla kaplanmış. Çoğunluğu Hereke yapımı büyük Türk halıları, Bohemya kristal avizeleri, Fransız saatleri, Çin, Japon, Fransız ve Yıldız vazoları görülmeye değer sanat eserlerinin yalnızca bir bölümü. Sarayın ilginç bölümlerinden birisi de devlet sırlarının konuşulduğu ve duvarlarındaki her türlü süslemenin ve gömme mobilyalarının hiçbir yapıştırıcı malzeme kullanılmadan, sadece geçme sistemiyle birleştirildiği, lambrili oda.

Beylerbeyi Sarayı’nı vakit bulduğunuz ilk fırsatta gezip görmenizi tavsiye ediyorum.

Cuma, Ekim 15, 2004

Taş Çorbası

Bir zamanlar Orta Avrupa’da büyük bir kıtlık varmış. İnsanlar ellerinde yiyecek namına ne varsa dostlarından ve komşularından bile kaçırırcasına saklıyormuş. İşte bu kıtlık zamanında, bir gün bir seyyar satıcı arabasıyla bir kasabaya gelmiş, birkaç parça mal satmış ve o geceyi orada geçirip geçiremeyeceğini sağa sola sormaya başlamış. Sordukları: “Bu kasabada bir lokma bile yiyecek yok. Sen en iyisi yolculuğuna devam et.” demişler. O da: “Benim ihtiyacım olan her şey yanımda”, demiş ve “Ben aslında taş çorbası yapmayı düşünüyordum”, diye eklemiş. Ardından, arabasından demir bir kazan çıkarmış, suyla doldurmuş ve altını yakmış. Sonra kadife bir keseden büyük bir merasimle çıkardığı sıradan görünümlü bir taşı suyun içine bırakmış.
Bu arada yemeğin lafını duyanların bir kısmı meydanda toplanmış, bir kısmı da evlerinin pencerelerinden seyretmeye başlamış.

Seyyar satıcı ekmeğini suya banıp, ağzına götürdüğünde kalabalığın şüphesi azalmış, fakat açlıkları artmış. Satıcı yüzünü buruşturarak kendi kendine “Ah, keşke bu çorbanın tadı daha güzel olsaydı! Kabaklı taş çorbasına bayılırdım. Bu çorbayı içmek biraz zor”, demiş.

Kısa süre sonra bir kasabalı yaklaşmış ve saklamış olduğu yerden çıkarttığı birkaç kabağı kesip kazana atmış. “Harika”, demiş satıcı, “Biliyor musunuz? Bir keresinde kabak ve etle mükemmel bir taş çorbası yapmıştım. İnanın krallara layıktı.”

Kasabanın kasabı bir parça et getirmiş ve sonra kazana diğer kasabalıların da getirdiği patatesler, soğanlar, havuçlar, mantarlar ve envai çeşit sebze eklenmiş, ta ki herkesin içmekten müthiş zevk alacağı bir çorba olana kadar. Meydanda toplananlar harikulade çorbayı içtikten ve bitirdikten sonra taşlar için seyyar satıcıya yüksek miktarda para teklif etmişler, fakat satıcı nazikçe reddetmiş ve o geceyi orada geçirdikten sonra ertesi gün yoluna devam etmiş.

Kasabalılar, o günden sonra, hatta kıtlığın bitmesinden çok sonraları dahi, içmiş oldukları o en güzel çorbayı hep hatırlamış ve birbirlerine anlatmışlar.

Evet, bir topluluktaki herkes bilgisini ve yeteneğini arkadaşlarından, çevresindekilerden saklamaz, paylaşır ve emeğini ortaya koyarsa, meydana gelen eser mükemmel olur ve hakkında yıllarca konuşulur. Bütün bunları yapmak içinse sihirli bir taş yeterlidir.

Türkçem Benim Ses Bayrağım

Unutmuşum ana demesini bile,
Öykünmüşüm türküsünü ellerin.
Ağzıma bir kara düşmüş, bağışla beni.
Türkçem, benim ses bayrağım.

Fazıl Hüsnü Dağlarca

Ne güzel söylemiş değil mi şair Dağlarca? “Türkçem, benim ses bayrağım.” İnsanın konuştuğu anadiliyle ilgili söylenebilecek daha güzel bir söz sanki bulunamazmış gibi geliyor. Nasıl ki şanlı bayrağımız vatanımız dediğimiz bu topraklar üzerindeki bağımsızlığımızın sembolü ise, Türkçemiz de, insanın ikinci doğası olarak da tanımlanan kültürel alandaki bağımsızlığımızın sembolüdür.

Bakın Atatürk Türkçe ile ilgili neler diyor:

"Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ, çok kuvvelidir. Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duyguların gelişmesinde başlıca etkendir. Ülkesini, bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı boyunduruğundan kurtarmalıdır."

"Ulusalcılığın çok belli niteliklerinden biri dildir. Türk ulusundanım diyen insan, her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz ..."

"Türk milletinin milli dili ve milli benliği, bütün hayatına hakim ve esas kalacaktır..."
Sanılanın aksine Türkçe, kökü M.Ö. 8. yüzyıla kadar giden çok eski ve güçlü bir dildir. Atatürk’ün geliştirdiği Güneş Dil Teorisi de sanıldığı gibi dayanaksız ve sadece Türk milletinin diliyle övünmesini sağlamak için ortaya atılmış bir teori değildir. Dilimizin dünya dilleri içindeki değerini bilirsek, onu kullanırken gelişigüzellikten daha rahat kurtuluruz. Yeri geldikçe bu konuda edindiğim bilgileri sizinle paylaşmaya çalışacağım.

“Şimdi nereden çıktı Türkçe ile ilgili bu yazı” diyenlerinizi duyar gibiyim. “Hepimiz zaten Türkçe konuşmuyor muyuz?”, diye soruyorsunuz, değil mi? Evet, bir dil konuşuyoruz ama buna Türkçe demek çok da kolay değil. Örneğin, formları, faturaları klase ediyoruz; süspanları kapatmaya çalışıyoruz; dosyaları save ediyoruz; fax formu kullanıyoruz…Daha sayalım mı? Farkında olmadan her gün Türkçe konuştuğumuzu sanırken o kadar yabancı sözcük kullanıyoruz ki, aklımız şaşar; hem de bu sözcüklerin çoğunun Türkçe’de karşılıkları varken. Örneğin, İngilizce’deki clasify sözcüğünden klase etmek yerine aynı anlama gelen sınıflandırmak, türlerine göre ayırmak kullanılabilir. Yine İngilizce’de suspension sözcüğünden türetilmiş süspan yerine de aynı anlama gelen ortada kalan diyebiliriz. “Save ettin mi?” diye soracağımıza “Kaydettin mi?” diye soramaz mıyız?

Eğer bir sözcüğün Türkçe karşılığını bilmiyorsak, en azından onun yabancı dildeki yazılışını öğrenebilir ve o dilden Türkçe’ye olan sözlüklerde arayabiliriz. Bunun için güzel web siteleri var.
http://www.zargan.com/ hem İngilizce’den Türkçe’ye, hem de Türkçe’den İngilizce’ye sözcüklerin karşılıklarını ararken kullanabileceğiniz bir site. http://www.seslisozluk.com/ da keza öyle. Aslında dilimizi öğrenmek açısından http://www.tdk.gov.tr/ sitesini en önce önermek gerekiyor. Bu sitede her zaman başvurabileceğiniz bir sözlük var. http://www.tdk.gov.tr/tdksozluk/sozara.htm . Yine bu siteden alabileceğiniz bir hizmet de her gün e-posta adresinize dilimize girmiş yabancı sözcüklere karşılık önerilen Türkçe sözcüklerin gönderilmesi. http://www.dilimiz.gen.tr/ adresini de ziyaret ederseniz orada da TDK’nın sitesinden yenisi hazırlandığı için geçici olarak kaldırılan Türkçe Yazım (İmlâ) Kılavuzu’nu bulabilirsiniz. (Yeni Türkçe İmla Kılavuzu TDK'nın sitesinde yayımlanmaya başladı)

Bir dahaki yazımıza kadar hoşça kalın, Türkçe ile kalın…

Cumartesi, Eylül 25, 2004

My Dream (Rüyam)


14 Eylül akşamı unutamayacağım bir deneyim yaşadım ve bu deneyimi sizlerle paylaşmazsam kendimi affetmeyeceğim. Yalnız siz bu dergiyi okuyanlara değil, önüme gelen herkese anlatacağım, çünkü bu deneyimden herkesin kendine göre çıkaracağı dersler olsa gerek. Ben şahsen hayatımın dönüm noktalarından birini yaşadığımın farkına vardım.

14 Eylül akşamı yanda afişinden bir bölüm görmüş olduğunuz Çin Engelliler Gösteri ve Sanat Topluluğu “My Dream”in (yani Rüyam) Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda sergiledikleri performanslarını ailemle birlikte izleme fırsatı buldum. Gösterinin geliri T.C. Milli Eğitim Bakanlığı’nın beyin felçli çocuklar için yaptırdığı ilköğretim okulunun inşaatına kaynak olarak aktarılıyordu, yani gösteriyi sunanlar herhangi bir gelir elde etmiyorlardı.

Gösteri başladıktan kısa bir süre sonra, bedensel engelli olarak tanımladığımız insanların neleri nasıl yapabildiklerini gördükçe önce aklım karıştı. Engelli ne demekti? Kime engelli denirdi, kime normal? Sonra engelli ve normal insan arasındaki çizgi gittikçe silinmeye başladı. Engelli ve normal aynı şeymiş gibi gelmeye başladı bana. Gösterinin sonuna doğruysa onların normal, benim engelli olduğumun idrakine varmıştım.

Evet, duyma engelliydiler, ama ömür buyu uğraşsam da erişemeyeceğim bir mükemmeliyette, aynı anda aynı hareketleri yaparak benzersiz bir dans gösterisi sergiliyorlardı. 1000 elli Bodhisava’yı canlandırırlarken, 20’ye yakın kişinin tek bir beden oluşunu seyrettim. Müziği duymuyorlardı, fakat sahnenin dört köşesindeki öğretmenlerinin müziğin ritmine göre onları yönlendirmeleriyle müziği görüyorlar ve ona göre hareket ediyorlardı. Onlar, olmaz deneni oldurmuş, akla gelmeyeni başarmışlardı, hem de normal denen insanlardan fersah fersah daha ileri bir seviyede. Bunu da tescillemişlerdi. Nasıl mı? Engelli olmayanların düzenledikleri bir dans yarışmasında birincilik alarak!

Evet, bir başka dansçı daha çocukken elektrik çarpmasından ötürü kollarını kaybetmiş olmasına rağmen öyle dans ediyordu ki, kolları olanların aklı şaşmıştı. Dans dışında da bir çiftlikte yaşıyormuş ve her işini ayaklarıyla görebiliyormuş. Ben ise belki de ellerimi o kadar ustalıkla kullanamadığımın farkına varmıştım.

Görme engelli bir gencin solosu öncesinde söyledikleri ise çok anlamlıydı. Annesi ona küçükken şöyle demiş: “Yüksek sesle şarkı söyle oğlum! Eğer yüksek sesle şarkı söylersen karanlıktan korkmazsın!” Evet, karanlıktan korkmuyordu, ama yüzündeki hafif korku ifadesi belki de beğenilmeyebilirim korkusuydu, ama ne mümkün… Olağanüstü sesi ve tarzıyla seyircileri büyüledi.

Ya küçük yaşta geçirdiği bir kemik hastalığı sonucu vücudu eğrilmiş ve ufacık kalmış erhu ustasına ne demeliydi. Bu tanımadığım çalgı herhalde bu kadar ustalıkla ve duygu dolu çalınabilirdi. Daha ötesi olabilir miydi? Yıllardır gitarı sadece tımbırdatan ben kendimden utandım.

Olan olmuştu, dönülmez yola girmiştim. Onların normal, benimse engelli olduğumun idrakine varmıştım. Öncelikle, aklımdaki engellerimden kurtulmak için ne yapabilirim diye düşünmem gerekiyordu, bundan sonra. Yapmak istediğim ama bu zamana kadar hep bir şeylerin önüme çıktığı ve beni ilerlemekten alıkoyduğu şeyleri nasıl yapabilirim diye düşünmeliydim. Hoşuma giden ama bu zaman dek içimde hep güdük kalmış en azından bir şeyde ustalaşmalıydım. Her şeyden birazcık olanı bir şeyden de çokça yapmalıydım.

Gece boyunca ellerim kızarıncaya kadar alkışladım. Göremeyenler alkış sesini duyuyor ve takdir edildiklerini anlıyorlardı, duyma engelliler ise duyamasalar da alkışladığımızı görüp beğenimizi ortaya koyduğumuzu hissediyorlardı. Bana hayatta aşılamayacak engeller olmadığını göstermişlerdi ve ben o insanlara ne kadar teşekkür etsem azdı.

Elika Selsil - Nurettin Selsil

Perşembe, Eylül 02, 2004

Arkla[1]– Damialis[2]– Tour Leandros[3]– Kız Kulesi


Merhaba, bundan sonra bu köşede tarihi değerlerimizle ilgili yazılar göreceksiniz. Özellikle gidip gezdiğim tarihi mekânları sizlerle paylaşacağım. Siz de şehrinizdeki ya da yakın çevrenizdeki tarihi eserleri tanıtan yazılar ve resimler gönderirseniz yayınlamaktan memnuniyet duyacağım. Ben İstanbullu olduğum için İstanbul’un simgelerinden biri olan Kız Kulesi’nden başlıyorum gezime.

Kızkulesi aşığı şair Suat Akın onun için bakın ne diyor.

Çocuğunu asma köprüde sallayan
bir annedir İstanbul
ki onun
içi süt dolu
biberonudur Kız Kulesi
soğusun diye suya tutulan

İlginçtir; 12 yaşındaki kızım da bir Kız Kulesi aşığı ki, sormayın! Bir ay kadar önce uzun zamandır süren ısrarlarına artık dayanamayıp, “Hadi bugün Kız Kulesi’ne gidelim”, dedim. “O Boğaz’dan geçerken hep uzaktan gördüğümüz 2350 yıllık kuleyi bir de yakından görelim, bakalım.”

Üsküdar’ın Salacak sahilinden bir motorla Kız Kulesi’ne geçiyorsunuz. Kule sahilden bir ok atımı uzaklıkta bir taş tümseğe oturtulmuş. Gidiş/dönüş adam başı 5 milyon ve içeceğiniz bir çay ya da nescafe de buna dahil. İsterseniz akşam yemeği de yiyebilirsiniz tabi, ama biraz tuzlu olduğunu öğrenmiş bulunuyorum.

Buradan İstanbul’u 360 derece görme şansına sahipsiniz. Kulenin en tepesine çıkıp da şöyle bir etrafa baktığınızda, neden tarih boyunca onca insanın İstanbul’a aşık olduğunu şıp diye anlıyorsunuz. Dünyada eşi benzeri olmayan bir yapıdan, yine eşi benzeri olmayan Şehr-i İstanbul’u seyredip rüya alemine dalıyorsunuz.

Evet, biraz da tarihi bilgi verelim. İlk olarak M.Ö. 341 yılında Yunan döneminde bir anıt mezara ev sahipliği yapan bu adada Bizans Dönemi'nde ek bir bina inşa edilmiş ve Sarayburnu'nun bulunduğu yerden, kulenin bulunduğu adaya zincir gerilerek, boğazın giriş ve çıkışlarını kontrol eden bir gümrük istasyonu haline getirilmiş. Osmanlı Dönemi'nde ise gösteri platformundan savunma kalesine, sürgün istasyonundan karantina adasına kadar bir çok işlev yüklenmiş. Asli görevi olan ve yüzyıllardan beri varlığı ile insanlara, geceleri ise geçen gemilere göz kırpan feneri ile yol gösterme işlevini hiç kaybetmemiş.

İstanbul'un fethi sırasında savunma amaçlı olarak kullanılan kule, 1453 yılından sonra çok farklı amaçlarla kullanılmış. Osmanlı döneminde savunma kalesi olmaktan çok bir gösteri platformu olarak hizmet gören kulede Mehterler adaya yerleştirilen topların atışları ile birlikte nevbet (bir çeşit milli marş) okumuşlar. Kule bir çok defa yanmış, gemiler çarpmış, hatta üzerine yıldırım dahi düşmüş ve defalarca onarılarak günümüze kadar gelebilmiş.

Kız Kulesi’nden bahsedip de hakkındaki efsaneleri atlamak tabi ki olmaz. En çok bilinen hikaye şudur: Kralın birine, çok sevdiği kızı on sekiz yaşına geldiğinde bir yılan tarafından sokularak öleceği söylenir. Bunun üzerine kral denizin ortasındaki bu kuleyi onararak kızını buraya yerleştirir. Kaderin kaçınılmazlığını kanıtlarcasına, kuleye gönderilen üzüm sepetinden çıkan bir yılan, prensesin tenine süzülerek zehrini boşaltır.

Daha az bilinen ama daha eski olan efsane Hero ile Leandros adlı iki gencin hüzünlü aşkına dairdir ve Hero'nun kuleden ayrılmasıyla başlar. Hero Afrodit'in rahibelerindendir ve aşka yasaklıdır. Yıllar sonra Afrodit'in tapınağında yapılan bir törene katılmak için kuleden ayrılır ve orada Leandros ile karşılaşır. O günden sonra Leandros her gece yüzerek Hero’yu görmeye gelir. Leandros'un yüzerek kuleye geldiği fırtınalı bir günde Hero'nun yaktığı sevda ateşinin feneri söner. Karanlıkta yolunu kaybeden Leandros boğazın sularına gömülür. Sevgilisinin öldüğünü gören Hero da kendini Kız Kulesi'nden boğazın sularına bırakır.
En son anlatılan hikaye ise Osmanlı Dönemi ile ilgilidir ve Battal Gazi'nin askerleri ile Kız Kulesi'ne baskın yaparak kuleye saklanan hazinelerin ve Üsküdar Tekfuru'nun kızını kaçırdığı hakkındadır.

Dikkat ederseniz kulenin bütün hikayelerinde bir prenses ya da bir kız var ve herhalde Türkler de bu ortak noktaya dayanarak İstanbul’un ortasında bir mücevher gibi parlayan kuleye Kız Kulesi adını vermişler.Son söz olarak; “Kız Kulesi’ni görmeden İstanbul’u gördüm dememeli”, diyorum.

[1] Arkla: (Antik çağda) Küçük Kale
[2] Damialis: (Antik çağda) Domuz yavrusu
[3] Tour Leandros: Leandros Kulesi

Cumartesi, Temmuz 24, 2004

Internet'te Görgü Kuralları

Internet iş yaşamımızın ayrılmaz bir parçası. Her gün web sitelerini ziyaret ediyor ve bir çok elektronik posta alıp, gönderiyoruz. Peki, iletişim kurduğumuz kişiyle yüz yüze olduğumuzda gösterdiğimiz özeni Internet üzerinden haberleşirken de gösteriyor muyuz? Internet üzerinden haberleşirken de uyulması gereken bir takım görgü kuralları (Adab-ı Internet) olduğunu biliyor muydunuz?
Evet, Internet üzerinden iletişimlerde de uyulması gereken görgü kuralları var ve bu kurallar Internet'in icadından beri yürürlükte. Bu kurallara İngilizce'de Nettiquette deniyor. İşle ilgili ve özel yazışmalarda hepimizi ilgilendiren bu kuralları aşağıda sizin için bir araya getirdim.
  • Kendinizi bir başkası gibi tanıtıp, o kişinin posta kutusundan gönderiliyormuş gibi elektronik posta göndermeyin. Unutmayın ki bu sahteciliğe girer. Yüz yüze yeni tanıştığınız birinin size kendini bir başkası olarak tanıtarak kandırması ne kadar çirkinse, bu fiil de o kadar çirkin ve kabul edilmezdir.
  • Gönderdiğiniz iletinin Konu (Subject) kısmını sakın boş bırakmayın. Unutmayın ki iletiyi gönderdiğiniz kişinin ilk karşılaşacağı şey iletinin konusu olacaktır. Postanın konusunun içeriğiyle örtüşen, gönderdiğiniz kişinin daha sonra göndermiş olduğunuz postayı diğer onca posta arasından bulabilmesini sağlayacak derecede açık olması büyük önem taşımaktadır. Konusu olmayan bir posta profesyonellikten de uzak olacaktır. Bazı zamanlar bir kişi ile yazışırken cevap verdiğimizde, içerik farklı bir görüş belirtiliyorsa, konuyu da ilgili olacak şekilde değiştirmek gerekmektedir.
  • İleti mutlaka gönderilen kişiye bir hitap ile başlamalıdır:
    • Eğer yazdığımız kişiyi şahsen tanımıyorsak ya da yazımız çok resmi bir yazıysa:
      örneğin Sayın İsmail EMRE , Sn. Esin SEZER diye hitap etmek ve kişinin adı ve soyadından sonra bir virgül koymak, sonra da bir satır boşluk bırakmak gerekir.
    • Eğer gönderdiğimiz kişi ile ilişkileriniz çok resmi değilse ya da iletinin içeriği resmi değilse, o zaman İsmail Bey , Esin Hanım diye hitap etmek daha uygundur. Örneğin ilişkilerimizin samimi olduğu birisine başkalarına iletmeyeceğinden emin olduğunuz bir iletide İsmail Bey diye hitap ederken, İsmail Bey'in başkalarına resmi olarak iletebileceği (forward) bir iletide Sn. İsmail EMRE diye hitap etmek daha doğru olur.
  • Resmi yazıların sonunda; ast kademelere yazılanlar için rica ederim; üst kademelere yazılanlar için arz ederim; aynı seviyedeki makamlara yazılanlar için arz ederim kelimeleri kullanılır. Aynı yazının ast ve üst makamlara yazılması durumunda arz ve rica ederim ifadesi kullanılır. Buna rağmen yazı çok resmi değilse arz ederim ve rica ederim kalıpları yerine daha yumuşak ifadeler de kullanılabilir. Böyle durumlarda şahsen “……. yapabilirseniz memnun olurum” ya da “…… yapabilirseniz (çok) sevinirim” ifadeleri tercih edilebilir.
  • İleti mutlaka bir kapanış ifadesi ile bitmelidir. Resmi yazılarda kapanış için en uygun ifade “ Saygılarımla ” ifadesidir. Eğer kişi adı öne çıkarılmayacak, şirket adı öne çıkarılacaksa o zaman Saygılarımızla demek ve altına isim yazmadan, şirketin adını yazmak gerekir. Daha az resmi olan yazışmalar “ İyi çalışmalar ” diye de bitirilebilir. Eğer bir şeye teşekkür ediliyorsa, karşı taraf sizin için bir şeyler yapmışsa, “ Teşekkürler ” diye de bitirilebilir. Dostane yazılan bir yazının kapanışı için “Saygı ve sevgilerimle” ifadesi ise en güzel ifadelerden biridir.
  • Birinin mesajını başka birisine iletiyorsanız hiçbir sözcüğünü değiştirmeyin. Eğer size özel gelmiş bir iletiyi birilerine gönderiyorsanız, size gönderenin iznini almaya çalışın. Metnin bir kısmını silip, bir kısmını da gönderebilirsiniz, fakat bu yola gidildiğinde yapılan kısaltma işlemini belirtmek gerekir. Karşılıklı yazışmalar sonucu ortaya çıkmış bir iletiyi başka birisine gönderirken gereksiz eski yazışmaları silmeyi de unutmayın.
  • Yazılan metinde iml â hatalarını önlemek için son kontrolü yapıp, ekli dosyaları (attachments) yeniden gözden geçirip göndermek, olası yanlışları düzeltecek ve yine kendimizle ilgili yanlış mesaj vermeyi engelleyecektir. Eğer e-posta editörü olarak Word'ü kullanırsanız, Word sizi bir çok imlâ yanlışından kurtaracaktır, ama bu da kesin çözüm değildir. Son olarak gözle kontrol her zaman gerekmektedir.
  • Sık sık yapılan bir hata olarak, elektronik postalarda BÜYÜK HARFLER KULLANMAK, BAĞIRMAK VEYA SALDIRGANLIK olarak algılanacağından, küçük harfler kullanmaya özen gösterilmelidir.
  • Kimseye zincir mektuplar göndermeyin. Bu mektubu şu kadar kişiye gönderirseniz şansınız şöyle açılır, filancaya şu kadar yardım yapılır gibi yalanlara inanıp da hem iletim hatlarını boş yere meşgul etmeyin, hem de arkadaşlarınızın zamanını çalmayın.
  • Gönderdiğiniz mesajlarda kimseyi incitmemeye özen gösterin ve kimseye hakaret etmemeye çalışın. Ola ki size böyle bir mesaj gelir de moraliniz bozulursa, hakarete hakaret ile cevap vermeyin. Bu savaşın daha da kızışması anlamına gelir ki, öfke ile kalkan her zaman zararla oturmuştur; aksi vaki değildir.
  • Bir iletiyi yanıtlamadan önce o kişiden gelen tüm iletilere bakmakta fayda vardır. Sizden bir konuda yardım isteyen biri, bir sonraki iletisinde problemini çözdüğünü de yazmış olabilir. Ayrıca, yanıt verdiğiniz iletinin size doğrudan yazılmış olmasına özen göstermek gerekir. Eğer ileti size Bilgi (CC) olarak gönderilmişse, asıl yanıtlaması gereken Kime (To) kısmındaki kişidir.
  • Size gelen iletide Bilgi (CC) kısmında başka alıcılar da varsa, yanıtınızı verirken Tümünü Yanıtla (Reply All) seçeneğini kullanmanız gerekir. İletiyi gönderenin beklentisi sadece kendisini yanıtlamanız değil, iletiyi Bilgi amaçlı gönderdiği kişilerin de sizin yanıtınızdan haberdar olmasıdır.
  • İletinizin sonunda kurumsal imzanızın olmasına özen gösterin. Özellikle müşterilere attığınız iletilerde kurumsal imzanızın standartlara uygun olarak en sonda yer almasına dikkat edin. İletiyi gönderdiğiniz kişi, sizden gelen iletiyi bir başkasına gönderirken üst tarafta yer alan adınızı ve e-mail adresinizi silebilir ve size geri dönüşte zorluklar yaşanabilir.
  • İletiyi kime gönderdiğinize dikkat edin. Bir kişiye gönderiyorsunuz sanırken bir gruba da gönderiyor olabilirsiniz.
  • Eğer iletişim iki kişilik bir konuşmaya dönüşmüşse Bilgi (CC) olarak başkalarına göndermeye devam etmeyin.
  • Belli kategorilerde mesajlar gönderiyorsanız, gönderdiğiniz iletinin kategorisini Konu kısmında [] işaretleri içinde yazabilirsiniz. Örneğin Konu: [Haber] Emlak fiayatları düşüyor.
  • İletinin uzunluğu 100 satırı geçiyorsa uzun kabul edilir ve konu kısmında (Uzun) diye bir uyarı yapmak yerinde olur. Böylece alıcılar zamanları olduğunda okuyabileceklerini anlarlar.
  • İletinin önem derecesini de belirtmekte fayda vardır. Bunun için gönderilen iletinin önem derecesi yüksekse "önemi yüksek" simgesine, eğer düşükse "önemi düşük" simgesine tıklanarak işaretlenir. Böylece alıcı ilk planda iletinin önem derecesini anlamış olur.
  • Samimi iletilerde yan bakıldığında gülen insan yüzü “ :-) ” veya üzgün insan yüzü “ :-( “ gibi sembolleri duygularınızı anlatmak için kullanabilirsiniz, fakat bu sembollerin kaba bir ifadeyi incelteceğini de düşünmeyin.
  • Kısa ve öz yazın, gereksiz ayrıntılardan kaçının, ama sadece özlü sözlerle konuşuyor gibi de olmayın. Bir iletiye yanıt verirken gerektiği ve anlaşılmasına yetecek kadar orijinal materyali (yazı, resim, ekli dosya) tutun. Tüm eski mesajları tutarak karşı tarafa yanıt vermek hiç de iyi bir davranış değildir. Konu dışı tüm mesajları silip yazışmaya öyle devam etmek gerekir.
  • Satır uzunluğunuzu 65 karakterden daha az tutun ve satır sonlarını ENTER ile bitirin.
  • Gelen bir haber ya da yardım talebi iletisini başkalarına göndermeden önce kontrol etmeye çalışın. Doğruluğunu kontrol edebilecekken etmeden göndereceğiniz iletilerle kimsenin zamanını çalmayın. Göndereceğiniz bu tip iletiler, sizin kontrolsüz ve özensiz olduğunuzu gösterir.
  • Birkaç parçada göndereceğiniz iletilerin konu kısmının sonuna 1/3, 2/3, 3/3 yazarak gönderin ki bir bütünün parçaları olduğu rahatlıkla anlaşılsın.
  • Eğer size gelen bir iletinin önemli olduğunu düşünüyorsanız, daha sonra uzun bir yanıt yazacak olsanız dahi, iletiyi alır almaz göndericiye aldığınıza dair kısa bir yanıt gönderin.
  • Gönderdiğiniz iletilerin bedeli hem gönderen, hem de gönderilen ya da onların bağlı bulundukları kurumlar tarafından ödenmektedir. Bu sadece gönderenin bedel ödediği normal posta (ki Internet kullanıcıları yavaşlığından ötürü buna salyangoz posta “snail mail” adını verirler), telefon ya da radyodan farklıdır. Birine bir ileti göndermek, Internet servis sağlayıcısına bağlanma ücretinin yanında; işlemcinin, bant genişliğinin ve sabit diskin kullanımı konusunda da maliyet oluşturur.
  • Gönderdiğiniz iletinin boyutunu mutlaka kontrol edin. Servis sağlayıcıların ya da kurumların kendi içlerinde ve dışarıya gönderilen iletilerdeki ekli dosyalar konusunda boyut sınırlamaları vardır. Bu limitlere uyulması gerekir, aksi halde ileti gönderilenin eline geçmeden sunucudan geri döner. Tabi sınırlar içinde kalınsa da sürekli büyük boyutlu ekli dosyalar da atılmamalıdır.
  • Son olarak, birileri tarafından talep edilmemiş, çok yer kaplayan ve uzun iletileri göndermeyin.

Salı, Şubat 10, 2004

Müşteri de Kim?


İstisnasız hepimizin müşteri odaklılık kavramını duyduğundan eminim. Peki, son yıllarda iş dünyasında sürekli telaffuz edilen bu kavram bizim için ne ifade ediyor?
Japon kültürüne özel bir ilgim yoktur, fakat geçenlerde Japonca’da “okyakusama” sözcüğünün hem müşteri, hem de muteber (değerli, saygın) misafir anlamına geldiğini öğrendiğimde çok hoşuma gittiğini itiraf etmeliyim.

Aslında bizim kültürümüzde de müşteriye benzer bir yaklaşım var: eskiler “müşteri velinimetimizdir” derler. Araştırdım, velinimet; birine, etkisi yaşadıkça sürecek bir iyilik ve bağışta bulunan kimse demekmiş. Müşteriyi baş tacı etmemiz gerektiğini daha iyi anlatan bir söylem olabilir mi?

Müşteriyi sadece gerçek “kâr merkezi” olarak gören şirketlerdeki geleneksel organizasyon şemalarına (Şekil 1) baktığımızda, en tepede üst yönetim, altında orta kademe yönetim, onun altında ön cephede çarpışan personel ve müşteri en altta resmedilir. Bu organizasyon şemasının modası maalesef geçmiştir. Pazarlamada ileri gitmiş firmalar, resmi Şekil 2’deki gibi baş aşağı çevirmişlerdir. En tepede Müşteriler vardır (yani baş tacı); onun altında önem sırasına göre ikinci olarak, müşteriyle yüz yüze temas eden, ona hizmet eden, onun memnuniyetini sağlayan satıcılar ve şube elmanları; onların altında ön saflarda olan satıcı ve şube personelini destekleyen ve böylece müşteriye daha iyi hizmet vermelerini sağlayan orta kademe yöneticileri; en altta ise görevi şirketin rotasını belirlemek, iyi orta kademe yöneticilerini işe almak ve onları desteklemek olan üst yöneticiler. Tersine piramidin sağındaki ve solundaki müşteriler ise şirketin tüm yöneticilerinin müşteriyi tanıması, onunla bir araya gelmesi ve ona hizmet etmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır.

Eğer bir şirketin tüm birimleri, müşterilerin taleplerine karşılık vermek düşüncesiyle birlikte çalışırsa, buna tümleşik (entegre) pazarlama adı verilmektedir. Tümleşik pazarlama iki seviyede gerçekleşmektedir:

(1) Çeşitli pazarlama işlevleri (fonksiyonları) – satış ekibi, reklâmlar, müşteri hizmetleri, ürün/hizmet yönetimi, pazar araştırması – birlikte çalışmalıdır. Tüm bu pazarlama işlevleri müşterinin bakış açısından koordine edilmelidir.

(2) Pazarlama diğer bölümler tarafından çevrelenmelidir; müşteri onlar tarafından da düşünülmelidir. Pazarlama şirket içinde bir bölüm değil, şirketin bir yönelimidir. Örneğin Xerox, her iş tanımında, yapılan işin müşteriyi nasıl etkilediğinin de belirtilmesini istemektedir. İş yerinin temiz olması da, şirketi ziyaret eden potansiyel müşterilerin alım kararı vermesini etkilemektedir. Bu anlamda temizlik görevlileri en az satıcılar, satıcılar en az muhasebe elemanları, muhasebe elamanları da en az kuryeler kadar önemlidir. Unutulmamalıdır ki, bir zincir, en zayıf halkası kadar sağlamdır.

Kısacası, hepimiz müşteri odaklı çalışmalıyız, çünkü müşteri velinimetimizdir.